Depremi Bilen Adam Prof. Dr. Naci Görür ASAD Platform’da Deprem ile İlgili Neler Anlattı?
Bu depremin ülkemiz için bir kader olmadığı daha doğrusu depremde can kaybının kader olmadığını söylemekle işe başlayalım. Biz bir deprem ülkesiyiz. Dünyadaki sayılı deprem ülkelerinden biriyiz. Ama bizdekinden daha büyük depremlere sahne olan ülkeler var ve hiçbir zaman bu kadar can kaybı yaşamıyorlar. Örneklemek gerekirse Japonya, Kaliforniya, Belçika ve hatta Şili daha büyük depremlere sahne olmasına rağmen 5-10 kişi tesadüfen ölüyor. Bizdeki gibi 50-60 binleri bulmuyor. Sebep ise çok basit: deprem durdurulamaz ama depremin afete dönüşmesi, yıkım yapması engellenebilir. Nasıl peki?
Depremin yıkacağı, tahrip edeceği binaların ya da kentlerin depreme karşı dirençli olarak inşa edilmesi mümkündür. Yerleşim alanları deprem dirençli hale getirilince depremde de doğal olarak kayıplar az oluyor. Belki tarihi dönemlerde fazla yıkım ve can kaybı yaşanmıştır ama o dönemlerde bilim ve teknoloji günümüzdeki gibi değildi. Bu sebeple de gafil avlanmışlar ve büyük yıkımlar yaşamışlardır. Ancak 1950’lerden sonra bilim ve teknolojinin hızla gelişmiş olması nedeniyle ve özellikle de bilgi toplumuna evrilmiş olan toplumlarda deprem bir tehdit, tehlike olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla da insanlar deprem konusunda bu kadar biçare kalmamıştır.
Burada o zaman noktayı şöyle koymak lazımdır. Bugün bu 50-60 bin insanımızın şuanda göçük altında ya da mezarlarda olmasından hepimiz sorumluyuz. Bu çağda bu kadar insanı depreme kurban etmek, ettikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmak, üzerimizden kabahati ve suçu atmak hiç mümkün değildir. Bu çağda bu insanlar depremden dolayı ölmemelidir. Bu deprem bizi gafil avlamadı. Bu deprem bilinmeden gelmedi. Bu depremin geleceği 1999 yılından beri sürekli söyleniyordu. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır ki bizler 99’da televizyonda konuştuğumuz zaman basın bize şunu sorardı: “Hocam Marmara’da bir deprem olacak peki, Türkiye’de başka nerelerde deprem olacak?” Biz de sayardık: Maraş, Erzincan, Karlıova…
Ve her zaman da Maraş’ı ilk sırada sayardık. Şimdi Maraş gitti. Diğerlerine de sıra gelecek. Demek ki bu deprem en az 99 yılından bu yana biliniyordu.
Bakın ben Elazığ’lıyım. 2003 yılında Elazığ’a gidip konferasnlar verip vali ve belediye başkanlarıyla konuşarak, bununla da yetinmeyerek Malatya, Adıyaman, Bingöl ve Maraş’taki tüm üniversite ve valiliklere giderek depremin geldiğini anlattım. Önlemlerin alnması gerektiğini o yıldan beri söylüyorum. Ben anlattım ama ne yönetimin ne de halkın kendisinin hiç de umurunda olmadı. Beni sadece bir bilim starı olarak alkışladılar. Başka da hiçbir şey yapmadılar. 24 Ocak 2020’de o söylediğim deprem geldi ve Elazığ’ı vurdu. 26 Ocak’ta şunu söyledim: “Elazığ’ı bırakın, Elazığ depremi gördü, bitti. Şimdi yönümüzü Maraş’a çevirelim.” 3 Şubat 2023’de de Osmaniye’de 4.2 büyüklüğünde deprem olduğunda da benzer şekilde “bunu bırakın, bu küçük deprem ben asıl Maraş’tan korkuyorum” dedim.
Bu ne demek oluyor biliyor musunuz? Bu ülkede 80 milyon insanız, en üstteki yöneticilerden tutun yerel yöneticilere ve halka kadar herkes bu depremin geleceğini biliyordu. Şimdi bu kadar insan ölünce biz hiç suçumuz yok mu diyeceğiz? Vicdana sığar mı? Şimdi de diyoruz ki Marmara depremi geliyor.
Peki biz nasıl bir toplumuz? Siz söyleyin bana. Ben bir bilim insanı olarak isyan ediyorum bu konuya. Binler, on binler ölüyor da 15 gün sonra hiçbir şey yok gibi yaşam devam ediyor. Hiç kimse çıkıp bu deprem kaderimizdi diyemez, dememeli. Eğer devlet 99’dan itibaren Hatay’dan başlayıp Maraş’a kadar gerekli önlemleri alsaydı bu kadar insan ölür müydü? Biz depremlere karşı her nedense kulaklarımızı kapatıyoruz. Halk olarak da bir bilincimiz yok, deprem kültürümüz yok. Deprem bize zarar vermedikçe umurumuza gelmiyor.
Sadece deprem de değil, bakın iklim afeti de gelecek Türkiye’ye. Onu da şimdiden görüyor ve söylüyoruz. Biz söylüyoruz ama bu da hiç umursamıyor. Halk düşünmeyebilir ama bu devleti yönetenlerin önümüzdeki 100-200 senenin hesabını, planını yapıp önlemlerini alması gerekmektedir. Çağdaş devlet anlayışı budur, yönetim anlayışı budur.
Deprem bitmiyor, yani bugün deprem oldu, bitti ve rahatladık! Hayır, böyle değil. Her deprem tekerrür edecektir. Bazıları 200 yılda bir; bazıları daha kısa sürede tekrar edecektir. Örneğin Marmara denizin içindeki faylar 250 senede bir 7 ve üzeri deprem üretmektedir. Daha küçük depremleri daha sık üretiyor olabilir, o çok önemli değil. Asıl odak noktamız büyük depremler olmalıdır. Şimdi diyelim ki Marmara’da deprem olduktan sonra 250 sene daha deprem olamayacak, rahatladık mı diyeceğiz? 250 sene sonra ölecekler bizim neslimiz, torunlarımız değil mi?
Bu ülkede sürekli şu sorular soruluyor: “Deprem nerede olacak?”, “Ne zaman olacak?”, “Yakında mı olacak uzak tarihte mi olacak?”, “Hangi büyüklükte olacak?”. Hiç sorulmaması gereken soruları en başta soruyorlar. Ben bu soruların insani korkulardan kaynaklandığını kabul edebilirim. Ama çağdaş bir ülkenin insanları tarafından sorulması gereken sorular bunlar değildir. “Deprem şurada olacak, o gün değil de bugün olacak” desem ne olacak? Rahatlayacaklar mı? Ben ölmeyeceğim ama torunlarım ölecek, bu durum bizi mutlu mu edecek? Hayır! Öyleyse bu soruların anlamı ne? İşin ilginç yanı bu soruları yöneticiler de soruyor. Bu doğru bir mantık mı? “Bu deprem benim iktidarım sırasında mı olacak yoksa benden sonra mı olacak?” Bu mantıkla yönetim de olmaz.
Depremin ne zaman olacağı hususuna baktığımızda ise 30 sene içerisinde Marmara Depremi gerçekleşecektir. Amerika’da yapılan çalışmalarda şu söyleniyor: 30 sene içerisinde Marmara’da %62 olasılıkla deprem gerçekleşecek. Sapma payı da + ve – 15 deniyor. Yani 30 ise üzerine 15 koy 45 ya da 15 çıkart 15 sene sonra gerçekleşecek bu deprem.
Tamam bunu bu şekilde kabul edelim. Ne yapalım o zaman? Nasılsa deprem şimdi olmayacak diyerek keyfimize mi bakalım? O zaman ölecek olan çocuklarımız, torunlarımız ne olacak? Ben anlamıyorum. Bu millet bazı konularda akıl tutulması yaşıyor. Burada devletin halk dalkavukluğu yapmaması gerekiyor. Bilakis halkı da uyarması gerekiyor. Bizim halkımız devletine, milletine, hükümetine, belediyesine sahip çıkmadığı zaman biz bu işleri düzeltemeyiz.
O yüzden strateji şu olmalı: Televizyonlarda fay ve deprem tartışmasını bırakacağız, ülkede her an deprem olabilir ve binlerce insanımız ölebilir gibi tavır alacağız. Bunun şakası yok. Bunu kabul ederek fay tartışmasını bırakıp doğru adımlar atacağız. Türk milleti bu topraklarda kalacak ve kendi neslini ebediyete taşıyacaksa, depremi de durduramayacağına göre, depremde yıkılmayacak yerleşim alanlarını oluşturmak mecburiyetindedir.
Dünya bunu yapmış mı? Yapmış. Biz bunu yapabilir miyiz? Yapabiliriz. Her türlü yeterliliğimiz var bu hususta. İşte bunu yaparsak deprem bizim için tehdit olmaktan çıkacaktır. Böylece çağdaş bir toplum gibi 7 büyüklüğünde bir depremde bile kaçışıp koşuşturmayız. Hatta o an ne yapıyorsak yapmaya devam ederiz. Çünkü evimizin başımıza yıkılmayacağından, yollarımızın çökmeyeceğinden, çocuğumuzun okulda göçük altında kalmayacağından eminizdir artık. Yapılacak iş çok basit. Kentin bileşenlerini deprem dayanıklı yapacağız. Kentin bileşenleri nelerdir?
- Yönetim sistemi ve yönetici karakteri
- Halk
- Altyapı
- Yapı stoku
- Çevre, Ekosistem
- Ekonomi
Bu altı bileşen deprem dirençli olursa, o kent depreme dirençli olacaktır.
Yönetim sistemi ve yönetici karakteri
Bizim ülkemizde bir yere kaymakam, vali atıyoruz ve demokratik bir ülke olduğumuz için bir de belediye başkanı seçiyoruz. Doğrusu da bu ancak herhangi bir deprem kentine, yerleşkesine rastgele vali ya da belediye başkanı oturtamazsınız. Elbette ki bunlar olur ancak önce bu arkadaşları deprem konusunda bilinçlendirmeli ve eğitmelisiniz. Bir takım öğretiler sonucu atama yapılmalıdır. Bir vali depremin ne olduğunu bilmiyorsa o kentte tehlike analizi yapılmasını akıl edemez, doğru dürüst yaptıramaz. Deprem zararını azaltma işini de bilemez. Depremle ilgili daire ve kurumları olması gerektiği gibi koordine edemez, iş yaptıramaz. Bu durum yönetici karakteri hususudur. Yönetim sistemi nedir? Belediye başkanı geliyor, oturuyor, kenti keyfine göre yönetiyor. Halbuki bir deprem kentinde o kenti yönetmek ancak ve ancak o kentin mikro bölgeleme çalışması ile gerçekleşmelidir. Mikro bölgeleme çalışması önünde duran bir belediye başkanı, “bu bölge iskana, imara açılacak” dendiğinde, “olmaz, orası depremde sıvılaşma alanıdır, orası ancak yeşil alan olarak kalmak zorundadır.” diyebilir.
Siz kentin kendi doğasını bir kenara bırakarak, kenti kafanıza göre yönetemezsiniz. Doğayla savaşmayacaksınız. Eğer savaşırsanız mağlup olursunuz.
Halk
Diğer bir husus ise halktır. Kimse bana halkım hususunda fikir veremez, ben halkımı herkesten çok seviyorum. Ben halk çocuğuyum, marangoz oğluyum. Ama halk dalkavukluğuna karşıyım. Halkın yanlış yaptığı ya da yanlış düşündüğü bir şey varsa onu edepli bir biçimde uyarmak gerekir. Ama siyasiler böyle yapmıyor ki… “Aziz milletim en iyisini, en doğrusunu bilir” diyor. Bilmiyor işte. Nasıl bilsin ki? Sen öğretmezsen, eğitmezsen, doğru ve gerekli bilgiyi, aracı, gereci önüne koymazsan halk en iyiyi, en doğruyu nereden bilecek? Bir deprem kentinin halkı eğer deprem bilgisi, deprem bilinci ve deprem kültüründen yoksunsa o kenti asla deprem dirençli yapamazsınız. Çünkü o halk iyi ya da kötü niyetli fark etmeksizin söz konusu kentteki imarı da bozar iskanı da bozar, belediye başkanını da etkiler, kaymakamı da etkiler. Ve bilmediğinden dolayı kaçak katlar çıkmaya başlar ve devlet, ipin ucunu bir kez kaçırdı mı bir daha o kenti deprem dirençli hale getiremez. Bu yüzden halkın kendisinin deprem bilinçli olması gerekiyor.
Bir örnek vereyim size. Depremden hemen sonra televizyona bir Japon çıkarttılar. Biliyorsunuz Japonya’da daha büyük depremler oluyor, kimse ölmüyor. Konuşma sonuna doğru denetim ve gözetim konusu açıldı. Japon’a dediler ki “sizin memlekette denetim ve gözetimi nasıl yapıyorsunuz?”, adam çok şaşırarak şu tepkiyi verdi: “Ne denetim ve gözetimi? Bizde halk yanlış yapmaz.” Yine Japonya’dan başka bir örnek verelim, mesela olağanüstü bir durumdan dolayı biri öldü mü o yapının müteahhidi ya da konuyla ilgili bakan gidip intihar ediyor. Bizde yüz binler ölüyor hiçbir sorumlu istifa bile etmiyor.
Altyapı
Yol, köprü, viyadük, kanalizasyon şebekesi, içme suyu şebekesi, arıtma tesisleri ve barajları deprem dirençli yapacaksın ki depremde bunlar haşat olmasın. Ne oldu bu depremde? Deprem bölgesinde kanalizasyon suyu içme suyuna karıştı. Şimdi memleketi hastalık götürecek. İstanbul’da gerekli çalışmayı yaptık bu konuda. İstanbul’daki düzenlemeler için çalışmayı biz yaptık yapmasına ama ne gerekiyor? Hükümetle belediyenin anlaşması gerekiyor. İkisinin kol kola girip halkı kucaklaması gerekiyor. Yoksa biz İstanbul’u nasıl kurtaracağız? Deprem siyasi bir mesele değil, siyaset üstü bir meseledir. Altyapıya dair çalışmalar doğru bir biçimde, deprem gelmeden yapılırsa depremden kaynaklanacak zararlar minimuma inecek.
Yapı stoku
Dördüncü husus neydi? Yapı stoku. Yapı stoku dediğimiz şey depremde en fazla ölüme sebep olan şeydir. Çünkü binalar çökerse ölümler artar. Çözüm çok zor mu? Hayır değil. İstanbul’daki olası depremde 60 bin binanın çok ağır hasar alacağı ifade ediliyor. Bunun en iyimser rakamla 10 bininin çökeceğini kabul edersek 500 bin insan doğrudan doğruya ölümle burun buruna gelecek demektir. Kötümser rakamla 50/60 bin binanın da çökeceğini varsayarsak milyonlarca insan ölür zaten. O zaman ne yapacağız? Yapı stokunu ya güçlendireceğiz ya da yıkıp yeniden yapacağız. Bunu Türkiye Cumhuriyeti yapamaz mı? 99’da başlamış olsaydık tüm İstanbul’u depreme hazırladığımız gibi tüm Türkiye’yi de neredeyse bitiriyorduk. Yani yapılamayacak bir şey yok. Hükümetler demiyor mu “ben 600 bin konut yapıp satacağım, kredi vereceğim” diye? 600 bin konutu başka yerde yapmak yerine İstanbul’da ölecek insanlar için buradaki binaları yeniden yapalım. Yeni konut yapmayın, İstanbul’da ölümü bekleyen insanların bulunduğu yerleri yeniden yapın!
Çevre – Ekosistem
Deprem bölgesinde elli milyon ton deprem molozunu, belli yer belleyip, 30/40 kamyonla taşıyorlar. Bu kamyonlar 24 saat çalışsa senelerce o atıkları kaldıramaz oradan. Ayrıca o atığın içerisinde inşaat malzemeleri var, plastik var, demir var, beton var, zehirli kaplama malzemeleri var, çinko var, alüminyum var, cam var, parlayıcı/patlayıcı toksik maddeler var. Bölgede dünya kadar fabrika bulunuyordu ve bunların hepsi çöktü. Onca kimya maddesi toprağa sızdı, toprak kirlendi. Kirlenen toprak, yeraltı suyunu da kirletecek. Şimdi bilinçsizce bunca molozu usulüne uygun olarak bertaraf etmek yerine kaldırıp bir yerlere gömerseniz yağmurla, suyla orada fiziko-kimyasal reaksiyonlar başlayacaktır. Böylece ağır metallerle tüm toksik maddeler birleşir ve besin zinciri vasıtasıyla insanların sofrasına geri girer. Balıkçı balık tutar, suya karışan toksik maddeler balıkları etkilemiştir, o etkilenen balığı insan yer. Deprem ilk başta 50 bin kişi öldürür 20 yıl sonra depremden kaynaklı çevre kirliliği bir 50 bin kişi daha öldürür.
Ekonomi
Son olarak kentin belki de en önemli bileşenlerinden birini, ekonomi oluşturmaktadır. Ben bir yerde, Maraş depreminden önceydi, şunu söyledim: İstanbul depremi gelirse sizlerde benim kadar fakir olacaksınız. Herkes şaşırdı tabi. Sebebi ne peki? Bugün örnekleri oldu, keşke de olmasaydı. Bakın Maraş’a, Antep’e… Ekonomi çarkları durdu. Fabrikalar, makinalar, ekiplerin yarısından fazlası gitti. Bu şehirler kim bilir kaç sene sonra yeniden üretim çarklarını döndürebilecek, eski potansiyeline kavuşacak? Ama bu süre içerinde zenginler, ekiplerini, ekipmanlarını ve müşterini kaybettiler. Bölgede rekabet durdu. Ne zaman toparlanır bilemem. Ki zaten küçük, sanayileşmesi az bir bölgeden bahsediyoruz. İstanbul’a gelirsek… Biliyorum ki İstanbul’daki iş dünyasının çoğu da depreme hazırlıklı değil. Marmara depremi olduğu zaman Marmara bölgesinde de ekonomi çarkları kesinlikle duracak. Bu ne demek? Türkiye’nin ağır sanayi ve ticari merkezlerinin %60’ını içeren bölge, ekonomik olarak felç olacak. Marmara çöktüğü zaman, 10 yılda eski durum yeniden inşa edilemeyecek. Marmara bölgesi ekonomik bağımlılığını kaybettiği zaman tüm Türkiye diz üstü çökecek. Ve bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti de ekonomik bağımsızlığını kaybetmekle kalmayacak siyasi bağımsızlığını da kaybedecek. Marmara bölgesi ekonomik olarak çöktü, Türkiye ekonomisi çöktü, IMF’den borç aldık. Borç alan talimat alır. Ancak o gün gelirse yalnızca talimat almakla da kurtulamayız. Türkiye’nin bağımsızlığı diye bir şey kalmaz. Biz o zaman bağımsız ve özgür Türkiye Cumhuriyeti olarak nesillerimizi ileriye götüremeyiz. Bu işler çok ciddi. Dolayısıyla millet olarak devlet olarak aklımız başımıza toplamamız gerekiyor.
Bir başka konu da şehircilik ve afetle mücadele yönetimi arasındaki zıtlıktır. Benim önerim şudur ki Türkiye’de acilen bir Afet Bakanlığı kurulmalıdır. Şehircilik Bakanlığı ile olacak iş değil. Çünkü şehirciliğin olduğu yerde afetle mücadele olmaz. Afeti yozlaştıran zaten şehirciliktir. Şehircilikte afete ters olacak işler yapılır. İklim krizleri de geliyor, birçok kriz kapıda ve yakında bizi vuracak. Afet Bakanlığı tüm bunların önüne geçmek için şarttır. Liyakatli personel seçimi ve çok ciddi bir bütçe ayırarak bu konular üzerinde acilen çalışılmalıdır.