2 Haziran 2025
I. Giriş: Türkiye’nin Jeostratejik Duruşu ve Yeni Diplomatik Zemin
Rusya-Ukrayna savaşında esir değişimine dair simetrik adımlar, diplomasinin halen işlemekte olduğunu teyit ederken; çatışma bölgelerinde gözlenen hareketlilikler, dengelerin hâlâ son derece kırılgan ve korunmasız olduğunu ortaya koymuştur. Bu karmaşık tablo içerisinde, Türkiye’nin üst düzey siyasi liderliği çok katmanlı ve tarafsız bir diplomatik angajman süreci yürütmüştür. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çeşitli başkentlerle gerçekleştirdiği doğrudan temaslar, liderler arası güven kanallarını tahkim etmeyi hedeflerken; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, hem Moskova’da Devlet Başkanı Vladimir Putin hem de Kiev’de Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ile gerçekleştirdiği stratejik görüşmelerle mekik diplomasisinin sahadaki karşılığını somutlaştırmıştır. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin stratejik arabulucu pozisyonunu pekiştiren ve çok yönlü dış politika mimarisini somutlaştıran unsurlardır.
2 Haziran 2025 Pazartesi günü İstanbul’da gerçekleşen toplantının açılışında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı ve eski MİT Müsteşarı Sayın Hakan Fidan’ın, “Dünyanın gözü burada. Asıl olan sürdürülebilir barışın sağlanmasıdır” diyerek süreci küresel düzleme taşıdığı, ayrıca Trump yönetimindeki ABD’nin bu çabalara verdiği desteği stratejik olarak önemsediğini vurguladığı not edilmelidir.
Rusya-Ukrayna görüşmelerine ev sahipliği ve gözlemcilik yapan Türk heyetine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başkanlık etmiştir. Türk heyetinde ayrıca MİT Başkanı İbrahim Kalın, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu ve Dışişleri Bakanlığının Rusya-Ukrayna-Kafkaslar sorumlusu Büyükelçi Mehmet Samsar yer alırken; Rus heyeti Devlet Başkanı Yardımcısı Vladimir Medinskii başkanlığında Askeri İstihbarat GRU Başkanı Kostyukov ve Savunma Bakan Yardımcılarıyla temsil edilmiştir. İstanbul’da Savunma Bakan Yardımcısı Rustem Umerov başkanlığında bulunan Ukrayna ise Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergiy Kyslytsya, İç İstihbarat Örgütü SBU Başkan Yardımcısı Oleksandr Poklad ve Dış İstihbarat SZRU Başkan Yardımcısı Oleh Luhovskyi ile temsil edilmiştir.
Anadolu Ajansı’nın bildirdiğine göre Ukrayna heyetinin resmi görüşmeler öncesinde İngiltere, Almanya ve İtalya temsilcileriyle ayrı bir istişare süreci yürüttüğü kaydedilmiştir. Bu husus, Kiev yönetiminin adımlarını Avrupa güvenlik mimarisiyle senkronize etmeye özen gösterdiğini ortaya koymaktadır. Görüşmelerin yapıldığı günlerde, Zelenski’nin NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ile gerçekleştirdiği görüşmenin, Kiev’in transatlantik güvenlik mimarisine entegrasyon hedefinin yüksek düzeyli bir teyidi niteliğinde olduğu değerlendirilmektedir. Söz konusu temas, Kiev’in NATO ile kurumsal entegrasyon arzusunu vurgulamakla kalmamış; aynı zamanda Zelenski’nin, barış masasında olası bir diplomatik tıkanma halinde Batılı müttefiklerin Moskova’ya yönelik baskı kapasitesini daha etkin ve koordineli biçimde kullanmalarına dair beklentisini, kararlı biçimde gündeme taşıdığı bir platform işlevi görmüştür.
Ukrayna’nın anılan görüşmeler akabinde, 1 Haziran 2025’te Rusya’ya karşı gerçekleştirdiği ve “Örümcek Ağı” adıyla kamuoyuna yansıyan operasyonun, Ukrayna güvenlik servisleri tarafından 18 aylık bir hazırlık sürecinin ardından devreye alındığına yönelik açıklamalar, bölgede istihbari angajmanların ulaştığı karmaşıklığı göstermektedir. Rus yanlı kaynaklara göre, Kremlin bu gelişmeye karşılık “asimetrik ve yıkıcı” bir yanıt hazırlığındadır.
II. Barış Masasında Sessiz Sabotaj mı, Yoksa Stratejik Bir ‘Son El’ mi?
2025 Haziran’ının başında, dünya diplomasisi İstanbul’da kurulacak olan barış masasını beklerken, Ukrayna’nın 1 Haziran’da Rusya’nın derin hava üslerine düzenlediği yüksek kapasiteli FPV drone saldırıları, uluslararası sistemde bir tür Pearl Harbor etkisi yaratmıştır. Kamyon tabanlı mobil drone rampalarıyla Rusya içine sızdırılan saldırı sistemlerinin, 1.5 yıl boyunca sürdürülen planlama sürecinin ardından aktive edildiği değerlendirilmektedir. FPV dronların koordineli bir biçimde harekete geçirilmesiyle Rusya’nın stratejik hava gücünün simgesel üslerine zarar verildiği görülmektedir. Olenya, Belaya, Engels ve Murmansk gibi stratejik üslerin hedef alındığı bu saldırının Rus uçaklarının imhasına neden olmakla kalmayıp, esasta Rusya’nın stratejik caydırıcılığına yönelik doğrudan bir istihbari kırılma teşebbüsü anlamına geldiği görülmektedir.
Bu analiz, yalnızca askeri bir vakanın ötesinde; aynı zamanda jeopolitik oyun kuruculuğun nasıl bir ‘son el kartı'(endgame card) gibi ileriye saklandığını ve bunun diplomatik masaya nasıl dramatik bir hamle olarak yansıtıldığını da irdelemektedir. Briç oyunlarında sona saklanan kozların, rakibi şaşırtmaktan çok oyunun dengesini bozmak için kullanıldığı bilinmektedir. Benzer şekilde, bu saldırının da savaşın yönünü değiştirmekten çok, müzakere sürecinin psikolojik zeminini sabote etmeyi hedeflediği düşünülmektedir. “Örümcek Ağı” adıyla kamuoyuna yansıyan operasyonun, 2 Haziran’da Türkiye Cumhuriyeti öncülüğünde İstanbul’da yapılması taraflarca planlanan barış görüşmelerinin hemen arifesinde ve üstelik tarafların İstanbul’a intikal ettikleri gün gerçekleştirilmesi dikkat çekicidir. Zamanlaması ve kapsamı itibarıyla bu girişimin, Ukrayna için uzun vadede diplomatik ve jeopolitik anlamda ağır bedeller doğuracağı ihtimali değerlendirmeler arasındadır.
III. Türkiye’nin Konumu: Diplomatik Mimarlığın Akılcı Direnci
Türkiye’nin 2022’den itibaren hem Kiev hem Moskova ile yürüttüğü çok boyutlu diplomatik angajman, çatışma koşullarında dahi ilkesel dengeyi önceleyen nadir yaklaşımlardan biri olarak öne çıkmaktadır. NATO üyeliğini ittifak dayanışması çerçevesinde sürdürmekle birlikte, bu pozisyonu salt mutlak blok sadakatinden ziyade ulusal çıkar eksenli bir stratejik özerklik anlayışıyla yeniden tanımlayan Ankara, “bağlantılı bağımsızlık” doktrini çerçevesinde hem Kiev’le hem Moskova’yla yüksek temas zeminini koruyabilen nadir aktörlerden biri olmuştur.
Bu dengeyi mümkün kılan siyasi irade, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun yıllardır sürdürdüğü çok boyutlu dış politika vizyonuyla şekillenmiş; 2024 sonrası dönemde ise Dışişleri Bakanı ve eski Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’ın katkısıyla daha da kurumsallaşmıştır. Sayın Fidan’ın diplomasiye kazandırdığı stratejik derinlik, istihbari sezgi ve teknik kapasite; Türkiye’nin bölgesel krizlerde yalnızca arabulucu değil, aynı zamanda güven inşa eden bir aktör olarak konumlanmasını mümkün kılmıştır.
İstanbul’da gerçekleştirilen barış görüşmeleri, bu diplomatik çizginin sahadaki yansıması niteliğinde olup, Türkiye’nin yalnızca siyasi değil; enerji güvenliği, savunma altyapısı ve lojistik ağlar üzerinden sunduğu bütüncül kapasitenin de altını çizmektedir. Türkiye bu yönüyle, çatışma sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde sadece geçici değil, yapısal katkılar sunabilecek az sayıdaki aktör arasında yer almaktadır.
IV. İHA Teknolojisinin Jeopolitik Etkisi: FPV Dronlar Çağı
Ukrayna’nın saldırısında FPV dronların kamyonlara entegre sistemlerle, eşzamanlı biçimde stratejik üsleri vurması, siber-fiziksel savaşın yeni bir biçimi olarak analiz edilmektedir. Aynı zamanda sivil-askeri ayrımı bulanıklaştırarak, düşük maliyetli, yüksek etki gücüne sahip hibrit operasyonlara alan açtığı gözlemlenmektedir.
Bu teknolojik geçiş, yalnızca askeri aktörler arasında değil, aynı zamanda devletsiz yapıların da kullanımına açık hale geldiğinde küresel güvenlik sistemini tehdit edebilecek bir düzeye ulaşmaktadır. Drone teknolojisinin açık kaynaklı yapay zekâ sistemleriyle birleşmesi hâlinde, terör örgütlerinin de benzer kapasitelere erişmesi ciddi bir güvenlik riski yaratmaktadır.
Bu risk sadece askeri değil; aynı zamanda bilişsel savaş, algoritmik istihbarat ve dijital altyapı sabotajı boyutlarıyla çok katmanlı hibrit güvenlik tehditlerini beraberinde getirmektedir. Bu çerçevede; TUSAŞ ve ASELSAN gibi kritik kurumsal varlıklar ile Baykar benzeri yüksek teknoloji üreticisi özel aktörlerin, klasik endüstriyel kimliklerinin ötesinde, “stratejik devlet platformu” statüsünde ele alınması gerektiği açıktır. Söz konusu aktörlerin ürettiği ekipman, yazılım ve elektronik alt sistemlerin – özellikle görev bilgisayarları, seyrüsefer çözümleri, telemetri modülleri ve uçuş protokolleri – yalnızca operasyonel değil, aynı zamanda “ulusal kapasite projeksiyonu” kapsamında değerlendirilmesi zaruridir. Bu bağlamda, hem sivil hem askeri amaçlı (Dual-Use Technologies) kullanılabilecek tüm kategorilere dair yönlendirici algoritmaların, yedek parça tedarik zincirlerinin, uçuş emniyeti verilerinin ve kontrol yazılımlarının kritik devlet teknolojisi olarak sınıflandırılması; hem karşı istihbarat risklerine karşı bir önleyici set oluşturacak hem de Türkiye’nin siber egemenliğini destekleyen yapısal refleksin temellerini güçlendirecektir.
Küresel güç projeksiyonlarında dijital altyapıların taşıdığı jeopolitik önemin artmasıyla birlikte, Türkiye’nin bu alandaki kırılganlıklarını minimize etmek amacıyla yazılım millîleşmesi, kuantum dirençli kriptografi ve yerli yapay zekâ destekli karar destek mimarileri üzerinden bir “egemen veri koruma doktrini” inşa etmesi artık tercihten öte bir stratejik zorunluluk hâline gelmiştir.
V. Zelensky’nin Jeostratejik Hamlesi: Anlık Bir Galibiyetin Ardından
Ukrayna liderliğinin saldırı sonrası “güçlü masaya oturma” niyeti anlaşılmakla birlikte, zamanlama itibarıyla yapılan hamlenin Batılı kamuoyunda etik sorgulamalara neden olabileceği de ihtimaller arasındadır. Öyle ki, saldırının müzakereleri baltalayarak, Kiev’in diplomatik pozisyonuna zarar vereceğine dair analizler görülmektedir. Bu tablo, “kriz diplomasisinin mühendisliği” kavramını gündeme getirmiştir. Zamanlama, sembolizm ve kamuoyu tepkisi arasında kurulan hassas denge, yalnızca siyasi değil, psikolojik strateji gerektirir. Türkiye gibi stratejik aktörler için bu bağlamda “reaktif değil, proaktif diplomasi zekâsı” uygulama zorunluluğu doğmaktadır.
Dolayısıyla, bu adımın kısa vadeli psikolojik bir üstünlük sağlasa da, Avrupa’da Ukrayna lehine olan siyasi atmosferin erozyona uğramasına neden olabileceği düşünülmektedir. Bu erozyon, Türkiye’nin bölgedeki arabulucu pozisyonunu güçlendirme potansiyeli taşımaktadır. NATO dışı aktörlerin taraf olduğu bu çatışma denkleminde, İttifak içinde yapıcı tarafsızlığını sürdürebilen tek ülke olan Türkiye’nin öncülüğünde geliştirilecek etik temelli barış stratejilerine gösterilecek uluslararası uyum, Avrupa kamuoyunda yeni bir güven atmosferinin oluşmasına vesile olacağı değerlendirilmektedir.
VI. Rusya’nın Tepkisi ve Enerji Mimarisi Üzerinden Yeniden Tanımlanan Stratejik Kırılganlıklar
Belaya, Olenya, Severomorsk ve Kursk gibi merkezlerde eşzamanlı olarak yaşanan sistemsel devre dışılıklar, yalnızca taktik askeri kapasitenin değil; Rusya Federasyonu’nun stratejik enerji lojistik reflekslerinin de geçici süreyle felce uğradığını göstermektedir. Özellikle Severomorsk’a dair nükleer altyapı iddiaları ve Arktik hattındaki belirsizlikler, geleneksel enerji güvenliği tanımlarının artık yeterli bir çerçeve sunmadığını ortaya koymaktadır.
Gelinen noktada, enerji güvenliğinin salt rezerv varlığı ya da arz sürekliliği üzerinden değil; bakım-denetim sürekliliği, siber kontrol istikrarı, çok katmanlı lojistik sağlamlık ve iklimsel kırılganlıklar ekseninde yeniden ele alınması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu çok eksenli kırılganlık ortamı, teknik yeterliliği diplomatik misyonla bütünleştirebilen az sayıda aktör için stratejik bir avantaja dönüşebilecektir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin sahip olduğu yüksek yoğunluklu mühendislik kapasitesinin, yalnızca bir tedarik yetkinliği değil; aynı zamanda enerji altyapılarının kriz anlarında tamir, yeniden işlevlendirme ve izleme süreçlerinde stratejik ara müdahale kapasitesi sunduğunu göstermektedir. Turbo makina, ileri türbin sistemleri ve yüksek basınçlı gaz kontrol çözümleri üzerinden geliştirilen bu kabiliyetin, yalnızca NATO üyeleri değil, enerji geçiş kuşağında yer alan tüm ülkeler için teknik bir güvenlik şemsiyesi işlevi görmesi beklenmektedir.
Bu çerçevede, Türkiye’nin bölgesel enerji denklemindeki rolü, diplomasi ile mühendisliğin kesişiminde tanımlanabilecek yeni bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duymaktadır. “Enerji diplomasisi mühendisliği” başlığı altında şekillendirilecek yeni nesil bir diplomatik protokol mimarisinin, enerji hatlarını sadece ekonomik değil; aynı zamanda jeopolitik esneklik üretme enstrümanı olarak kodlaması önerilmektedir.
Bu yaklaşım, barış zamanında sürdürülebilirliğe; kriz anlarında ise sessiz ama belirleyici teknik müdahale kabiliyetine dayanan bir diplomatik zemin inşa edebilecektir. Böylece Türkiye, enerji hatları üzerinden yalnızca aktarım değil, istikrar üretimi ve güven kodlaması sağlayan bir merkez ülke pozisyonunu daha sistematik şekilde kurumsallaştırabilecektir. Zira, savaşlar sırasında zarar gören enerji tesislerinin zorunlu modernizasyonu ve bakımı, salt altyapının yeniden inşası açısından değil, aynı zamanda ekonomik toparlanma ve uzun vadeli sürdürülebilirlik için kritik öneme sahiptir. Bu tür projelerin bütçeleri ve ihale bedelleri, savaşın şiddeti, etkilenen altyapının türü ve uluslararası destek düzeyine bağlı olarak değişiklik göstermektedir.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Dünya Bankası’nın ortak değerlendirmesine göre, Ukrayna’nın enerji altyapısında gereken onarımlardan salt acil olanlar için 1,2 milyar USD gerekmektedir. Bu ihtiyaçlar arasında elektrik iletim ve ısıtma altyapısının onarımı, mobil ısıtma üniteleri ve diğer kritik ekipmanların temini bulunmaktadır. Savaşın yol açtığı ağır tahribat, özellikle enerji altyapılarında derin izler bırakmış; bu da modernizasyon ve yeniden inşa süreçlerinin sadece finansal değil, aynı zamanda yüksek teknoloji ve koordinasyon gerektiren çok boyutlu bir çabaya dönüşmesine yol açmıştır. Böylesi bir tabloda, Türkiye gibi mühendislik birikimi güçlü ve bölgesel meşruiyeti yüksek ülkelerin katkısı, salt altyapı onarımı değil; insani sürdürülebilirlik, enerji güvenliği ve bölgesel istikrarın yeniden inşası açısından da kritik değer taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye, yüksek teknoloji tabanlı uygulama kapasitesini, çatışma sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde kolektif dayanışmayı önceleyen bir “insani mühendislik diplomasisi” vizyonu çerçevesinde seferber etmektedir. Çok taraflı iş birliği mekanizmalarıyla entegre biçimde yürütülen bu stratejik katkılar, Türkiye’yi kriz bölgelerinde yalnızca bir çözüm ortağı değil; aynı zamanda sistemsel güven inşasına teknik-rasyonel yöntemlerle katkı sunan yapıcı bir aktör olarak konumlandırmaktadır.
VII. TİKA, AFAD ve Yeni Nesil İnsani Yardım Diplomasisi
Trump dönemi sonrası USAID’in küresel sahadan çekilmesiyle birlikte, insani yardım sisteminde önemli bir boşluk oluştuğu görülmektedir. Suriye, Gazze, Afganistan, Irak, Lübnan, Yemen, Myanmar, Sudan, Somali, Bosna Hersek, Pakistan, Ukrayna, Mozambik, Bangladeş, Zambiya, Burundi ve daha nice örnekler, AFAD’ın artık sadece kriz müdahale değil; altyapı inşası ve uzun vadeli kalkınma planlaması sunma kapasitesini göstermektedir.
Bu dönüşüm, “yardımın stratejik jeopolitiği”ni doğurmuştur. AFAD modeli, yalnızca acil müdahale değil, sahada teknik kalıcılık, mekânsal istikrar ve diplomatik iz bırakma fonksiyonlarını birlikte yürütmektedir. Bu bağlamda, AFAD’ın çalışmalarına verilecek küresel desteğin, Türkiye’nin insani yardım kapasitesinin bölgesel yumuşak güce dönüşmesi açısından stratejik değer taşımaktadır. Bu model, yalnızca yardım değil, aynı zamanda diplomatik prestij ve sahada teknik hakimiyet kazandırmak anlamında uluslararası toplum tarafından değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, AFAD ve TİKA’nın birlikte çalıştığı coğrafyalarda, teknik yardımı dış politika mimarisiyle bütünleştiren bir “insani mühendislik haritası” çıkarılmasında stratejik fayda görülmektedir.
Sonuç: Barışın Mühendisliği
Barış platformlarının sadece müzakere masası değil; teknik çözüm laboratuvarları haline getirilmesi hedeflenmelidir. Zira kalıcı çözümlerin, ancak diplomasi ve mühendisliğin entegre edilmesi ile tesis edilebileceği görülmektedir.
Türkiye salt diplomasiyle değil; mühendislik, enerji ve insani yardım unsurlarıyla çözüm üretebilecek tek bölgesel aktör konumundadır. Bu çok eksenli kapasite, “Türk Barış Mühendisliği Doktrini’nin” temelini oluşturur. Diplomasi, teknoloji ve insani yardımın entegre edildiği hibrit güç konsepti; Türkiye’yi bölgesel krizlerden küresel çözüm aktörlüğüne taşıyacağı görülmektedir.
2025 yazı itibarıyla şekillenmeye başlayan yeni güvenlik mimarisi, artık yalnızca savaşın değil; barışın da tasarımıyla ilgilenen aktörleri gerektirmektedir. Modern barış inşası, salt çatışmasız bir durumu değil; kurumsal dayanıklılık, sürdürülebilir diplomasi pratikleri ve sivil-asker dengesi üzerine kurulu çok katmanlı bir mühendislik yaklaşımını zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede, barışın mimarisine yön verebilecek kapasiteye sahip devletlerin, yalnızca askeri caydırıcılıkla değil; aynı zamanda diplomatik sezgi, yapısal restorasyon kabiliyeti ve bölgesel meşruiyetle hareket etmeleri beklenmektedir. Bu denklemde Türkiye, konjonktürel avantajlarının ötesine geçerek, kendiliğinden gelişmesi beklenen yeni bir rolün eşiğindedir: Barışın Diplomatik Mühendisi.
